GIREYFURT

 GIREYFURT


Bugün önünden geçtiğim bir kulubenin camında “taze sıkılmış greyfurt suyu bulunur”, yazılıydı. Gıreyfurt değil, greyfurt diye yazmışlardı.   Pilastik cerrahiye, plastik cerrahi; gırefte greft;  filebe, flep;  diyen ve böyle de yazan Türklere bir diyeceğim var. Bu yazıyı bu nedenle kaleme alıyorum.

Annem şimdi 77 yaşında. Allah sağlık versin. Ona okuma ve yazmayı ben öğrettim. Ben anneme dilimizde bir Ş harfi var diye öğretip, şeftali-şeker-şemsiye-şadırvan gibi sözcükleri okuması için egzersiz yaptırırken sokak ve caddelerimizin yan taraflarını süsleyen mobilya mağazalarının tabelalarına “showroom” kelimesi yerleşmişti. Annem bunu okuyamadı. Torunlar güldüler: “şovrum anneanne, şovrum babaenne” diye güldüler.

Bu, torun gülümsemesi insanı yaralamaz. Annemi de yaralamadı. Çünkü o zaten Türkiye’de yaşamanın çok sayıda istisna ile birlikte yaşamak olduğuna dair kafa yoramayacak kadar başka yorgunlukların sahibi olmuştu. Birazcık da harfleri tam da tanımamakta oluşuna atfetmiş olabilir. Ama ben sadece bu kadarlık bir  torun eğlencesinden bile yeterince yara almıştım. 

Şimdi yıllar önce kuaför kelimesini dükkanlarına yazan esnaf “coiffure” falan yazarlardı. Giderek bunlar azaldı ve yerini kuaföre bıraktı. Televizyon kelimesini aldığımız dilin sahipleri television diye yazıyorlar ve artık televizyon kelimesinin Türkçe olup olmadığını tartışmıyoruz bile. Aynı restoran, komple kiralık bina ifadesindeki komple gibi. O da “complete” değil miydi?

Flap kelimesi orijin olarak Hollandaca. Türkçeye alırken büyüklerimiz sadece a harfini e yapmışlar ve bu onları çok yormuşa benziyor. Yorulmuşlar ki yarıda bırakmışlar. Ben size bir şey söyleyeyim. F harfi ile L harfi arasına Türkçemizde girebilecek 8 tane sesli harf var. Böylece flep diye yazdığınız kelime bakın şu şekillerden biri olarak  telafuz edilebilir: falep, filep, fılep, felep, fölep, folep, fulep, fülep. Ama siz kalkıp çok keyfi bir şekilde i ile olanı seçiyorsunuz.  Ve bunu deklare etmiş de değilsiniz. Deklare etmek demek,  yazmak demektir.

Aslında ülkemiz keyfi uygulamaların yoğun olarak yaşandığı bir yerdir. Ben  bunlara  tanıdık olarak  büyüdüm ama alıştığımı söyleyemem. Doçentlik imtihanı  yaparken, purofesörlüğe atanacakken sadece bilimsel dosya referans alınacakmış gibi başvurular yüzlerce fotokopi içeren dosyalarla yapılıyor. Makale isteniyor çok sayıda. Ama siz kalkıp bunun gereklerini yerine getirdiniz mi: “sadece makale yazmakla olmaz, başka şeyler  de lazım” diyorlar. İyi de her ne lazımsa onları deklare edin de bilelim ona göre hazırlanalım. Ama daha sonra anladığım bir şey daha oldu: belirsizlikler burada işlerin yürümesi için gerekli. Belirsizlikler bazı esnekliklerle beraber geliyor. Esneklik de taraf tutmazsa iyi bir şeydir. Taraf tutarsa hala daha esneklik sayılabilir mi, düşünmek lazım.  

Bakın kaç kez deklare etmek kelimesini kullandım. Bu hali ile o artık Türkçe bir kelimedir. Bundan da huylanmıyalım. Çünkü onu  ne gören  ne de duyan bir İngiliz, bir Amerikalı  bir şey anlamayacak.  

Ben bunların   sevgisiz bir toplum oluşumuzdan   kaynaklandığını düşünüyorum. Allah rahmet eylesin Goldvin öldükten sonra Amerikada yayınlanan pilastik cerrahi dergisinde Türklerin yazılarının az yayınlandığını 11 Eylül olayları ve Türklere karşı bir nefretle açıklamaya çalışanlar varmış, öyle duydum. Oysa Rohrih denen şahıs hemen neredeyse her ay kendi adının çalışmacılar arasında yer aldığı bir makale yayınlıyor. Çünkü kendisi suyun başında, editör. Ben sizlerle Rohrih’in yazdığı bir rinopilasti makalesinden bazı satırları paylaşmak isterim. Orada  şunları yazmış bu şahıs: “biz septorinopilasti ameliyatından sonra başı eleve ediyoruz”. Duyan da dünyanın başka yerlerindeki cerrahların tirendelenburg (başaşağı)  pozisyonunu tercih ettiklerini sanabilir. Kanada’da bir üniversite hastanesinin pilastik cerrahi anabilim dalında başkanlık yapan Fıransız bir arkadaşım var. Onunla 12.  Oryantal Estetik Cerrahi Toplantısında, Tokyo’da buluştuğumuzda, onların da derginin  Goldvin sonrası halinden şikayetçi olduklarını öğrendim. Böylece önemli olan,  onların Türkleri sevip sevmiyor olmaları değildir. Önemli olan onların güzel bir iş yapıyor olup olmadıklarıdır ve onlar güzel bir iş yapmıyorlar.

Unumu eledim, eleğimi astım. Bundan sonra bir tane bile makale yazmasam kaybedeceğim bir şey yok. Ama buna rağmen hemen her ay asistanlarım ve öğrencilerimle makaleler yazmaya çalışıyorum. Bunları özellikle ülkemizin pilastik cerrahi dergisine de göndermek için büyük bir iştah taşıyorum. Fakat her defasında dergiden gelen danışman cevapları iştahımı azaltıyor. Rohrih ve Amerikalılar bizi seviyorlar mı merak bile etmiyorum. Türkler birbirlerini seviyorlar mıymış?